1 Ocak 2016. İstanbul Atatürk Havaalanı.
Her yer kar, buz. Uçuşların çoğu iptal ya da 5-10 saat rötarlı. Ben THY’nin ilk uçuşlarından biriyle Madagascar’ın başkenti Antananarivo’ya gidiyorum. Yani giderim diye umutla ve sevgili dostum JW Black Label’la birlikte bekliyorum.
Instagram’dan “bye bye” postumu atmışım, eşe dosta “40 derece sıcağa gidiyorum şekerim” diye havamı atmışım. Şimdi bu uçak iptal olursa eve dönmek acıklı olacak, hissediyorum.
Derken bir mucize oluyor. 3 saat gecikme sonrası “hadi uçağa” diyorlar. Biz “sık uçanlar” CIP Lounge’da “Black Label’dan sonra Dimple mı içsek, yoksa single malta mı geçsek” diye dünyevi hazlar peşinde koşarken; havaalanında insanlar yerlerde sersefil yatıyorlar. Ortalık felaket. Onlara basmadan yürümeye çalışıp uçağa varıyorum. O da ne! Upgrade oluyorum. Oh la laaa hayat seni seviyorum.
12 saat uçuş ve yıllardır hayalini kurduğum ada Madagascar’dayım. Antananarivo Afrika’daki birçok başkent gibi sevimsiz, ruhsuz bir şehir. İyi bir yemek yiyip, bolca lokal rhum içip erkenden yatıyorum. Sabah 3’te kalkıp tekrar havaalanına gidiyorum. 15 kişilik pırpır uçakla 1 saat uçuş sonrası, adanın batısında, Morondava’dayım.
Madagascar’ı tek bir yazıya sığdırmak haksızlık olur. Burada ilk önce Madagascar’a gitme sebebim, Baobab ağaçlarından söz edeceğim. Bana sorarsanız dünyanın en güzel ağaçları. Başka bir gezegendeymişsiniz gibi hissettiren, devasa, görkemli ve çok güzel, Baobab ağaçları…
Morondava adanın batısında, okyanus kıyısında, Mozambik kıyılarına bakan tarafta yer alan küçük bir şehir. Tüm Madagascar’da olduğu gibi ilk göze çarpan şey fakirlik. Birkaç gün içinde bunu kanıksıyorsunuz. Ancak o zaman yoksulluğun ötesini, renkleri, kokuları, neşeyi fark ediyor, yavaş yavaş kendinizi ait hissetmeye başlıyorsunuz.
Otelim Chez Maggie buranın en iyi oteli. “En iyi” “en güzel” gibi sıfatları değerlendirirken Afrika’da, dünyanın “en fakir” ülkelerinden birinde olduğumu hatırlatmak isterim. Bir sabah başucumda bukalemun ile uyanıyorum. Kertenkeleler odamda cirit atsalar da, insana gelmediklerini öğrendiğim için aldırmıyorum. Cibinliğe, ilaçlara, fısfıslara rağmen sabah uyanınca “kaç sinek ısırmış” diye tüm vücudumu tarıyorum. Akşam 9’dan sonra elektrikler kesiliyor. O kesilince sular da gidiyor. Afrika’da uzun kilometreler yapmış biri için bunlar elbette sıkıntı olmuyor.
Sabah kahvaltıdan sonra Land Cruiser’larımızla 15km kadar yol alıp -bence dünya harikalarından biri olan- Baobab Yoluna varıyoruz. Burada zaman durmuş gibi. Devasa ağaçlar bizi binlerce yıl öncesine ışınlıyor. Öyle ki bir ağacın arkasından dinazor çıksa hiç şaşırmayacağız. Her şey, her yer öyle el değmemiş, öyle güzel ki hangi açıdan nasıl fotoğraf çekeceğimizi şaşırıyoruz. Baobab Yolunda gün doğumu ve batımını izlemek; gün içinde bir ağacın altına oturup, akıp giden dingin yaşamı seyretmek tarifsiz bir keyif.
Baobab ağaçlarının boyları 20, çapları ise 5 metreden fazla. Gövdelerinin içi adeta su deposu gibi, her biri tonlarca su barındırıyor. Fotoğrafta gördüğünüz Baobab Alley’deki bu ağaçlar -sıkı durun- tam 3000 yaşında!!!
3000 yıl !! Canım Nazım’ın çok sevdiğim dizeleri geliyor aklıma, gülümsüyorum. “Yani öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, Yetmişinde bile, mesela, Baobab dikeceksin. Hem öyle torununun torununa kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından…”
Bu ağaçların civarında birkaç minik köy var. Köy halkı –özellikle çocuklar- bizimle konuşmak için can atıyor. Birlikte fotoğraf çektirmek sonra ekranda kendilerini görmek istiyorlar. Daha güzeli bize hediyelik eşya satmaya çalışmıyorlar. Turizm buranın bekaretini –henüz- bozmamış.
Madagascar’da seyahat etmek tecrübeli gezginler için bile kolay değil. Yüzölçümü oldukça büyük olan ülkeyi dolaşmak için uçaktan başka seçenek yok. Karayolları çok kötü. İç uçuşlarda tek seçenek Air Madagascar. Uçakları yeni ve bakımlı ancak 12 saatlik rötarlar bile sıradan. Yani diyebilirim ki uçak dolana kadar bekliyorlar, tarife saatinde uçtukları pek olmuyor. Bilet fiyatları da çok yüksek. 1 saatlik uçuşun fiyatı 250 euro civarı. 10 günlük gezide 3-4 tane iç uçuş yapmak durumda kalınıyor.
Yüzlece sinek ısırığı, bacaklarıma yapışan sülükler, yağmur ormanlarında “lemur”ların peşinde geçen saatler, bukalemun yakalamayı öğrenmem, dev deniz kaplumbağaları ile birlikte okyanusta yüzdüğüm o muhteşem saatler, yediğim nefis yerel yemekler, su gibi içtiğim Caipirinha’lar bir sonraki yazıda…
Leave a Reply