Nairobi havaalanı adını ülkenin kurucusu Jomo Kenyatta’dan alıyor. Uçak alana doğru alçalırken aklıma onun cümleleri geliyor.
Batılılar geldiğinde ellerinde İncil bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözümüzü kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda bizim elimizde İncil, onların elinde ise topraklarımız vardı.
Bu seyahat için heyecanlı ve istekli olduğum kadar endişeli ve tedirginim. Yıllardır National Geographic’de izlediğim vahşi hayvanları doğal ortamlarında görecek olmanın heyecanı içimde. Diğer yandan ülkenin kara tarihi, çekilen sıkıntılar, kaybolan yaşamlar yüreğimi zorluyor. Derisinin rengi benden koyu olan bu insanların ülkesine gidip yüzlerine bakacak olmak, bir “beyaz” olarak beni utandırıyor.
Anadolu’da bir şehirde otogardaymışız izlenimi veren Nairobi Havaalanının çıkışında bizi 6 kişilik, safari için özel olarak modifiye edilmiş ciplerimiz karşılıyor. Gecenin karanlığında otele doğru yol alıyoruz. Otelimiz Nairobi’nin merkezinde Savora Stanley Hotel. Bu oteli çok önceden, sevgili Ayhan Sicimoğlu’ndan biliyordum. Seyahati programlarken yerel acenteden özellikle bu oteli istemiştim.
1930’larda açılan Stanley Hotel ülkenin ilk lüks oteli olarak anılmasının yanında, ağırladığı birçok ünlü misafiriyle de biliniyor. Otelin kafesi “The Thorn Tree Cafe” de ayrıca önemli. Otelin giriş katında yer alan kafenin orta yerinde bir mesaj tahtası bulunuyor. Geçmiş yıllarda otelde konaklayan yabancılar henüz -WhatsApp hayatlarına girmediğinden- bu mesaj tahtasına bıraktıkları notlarla birbirlerine mesaj gönderirlermiş.
Nairobi Afrika ölçülerinde oldukça gelişmiş bir şehir. Yine de yanınızda yerel rehber olmadan geziyorsanız merkezden uzaklaşmamanızı özellikle öneririm. Şehri çevreleyen uçsuz bucaksız gece konduların bir yabancı –bir beyaz- için ne kadar tehlikeli olduğunu eminim tahmin edersiniz.
Nairobi’de bir gün geçirdikten sonra, safari için Masai Mara’ya uçmak üzere, sadece domestik uçuşların yapıldığı şehrin ikinci havalimanına geliyoruz. Buraya otogar benzetmesi yapmak bile imkansız. Mesela ufak çaplı, pek kimselerin olmadığı bir dolmuş durağı canlandırabilirsiniz gözünüzde… Zaten az sonra uçacağımız 12 kişilik uçaklar da dolmuştan biraz hallice, minibüsten az ufak…
Oldukça heyecanlı (!!!) bir uçuş sonrası Masai Mara Airstrip’e indik. Artık “airport” diye bir tanım bile kalmadı. Ufak bir patika ve bir de tabela. Masai Mara’ya hoşgeldik !
Ciplerimiz bizi alandan alıp konaklayacağımız lodge’a götürüyor. Artık bir patika bile kalmadı. Cangılın ortasında yol alıyoruz. Henüz safariye başlamadık ama uzakta bir zürafa ailesinin başları beliriyor. Derken yanımızdan aceleci yaban domuzları koşturuyor. Gazelle sürüleriyse her yerde…
Kulağımda -Büyük Göçler- belgeseli Tarkan’ın sesi “Göç etmek için doğdular. Ya göç edecekler ya da ölecekler… Korkunç tehlikelere rağmen ilerliyorlar…” Bu sözler her ne kadar Masai Mara’nın göçebe hayvanları için söyleniyor da olsa özellikle –korkunç tehlikeler rağmen ilerliyorlar- kısmını tamamen bize ithaf ediyorum. Pırpır uçakla kelle koltukta uçuş sonrası patikaya inmiş ve hala yaşıyor olmamız umut verici olsa da; önümüzdeki gün ve geceleri düşündükçe kulağımda Tarkan’ın sesi daha da yükseliyor sanki. Yırtıcı hayvanlar, yılanlar, böcekler, eli mızraklı yerliler ve çadırda geçecek geceler…
Leave a Reply